BİR BUDİST TAPINAĞINDA YETMİŞ BİR GÜN
Sabaha karşı gong sesiyle uyandığımda, içim ürpertiyle doldu. Sırtüstü yattığım yerden bir süre etrafı dinledim. Tapınağın köpekleri çıldırmış gibi havlıyordu. Saat, dün gece geç saatlerde ben buraya geldikten sonra keşişin mutlaka uyanmamı tembihlediği saat, yani dört olmalıydı.
Burası, yerleşim yerinin kırk elli kilometre dışında, ormanın içinde inşa edilmiş, üç keşişin yaşadığı, kimi zaman ise çevre illerden gelen keşişlerin inzivaya çekildiği bir tapınaktı. Sabahın dördünde uyanmaya alışık değildim ve bu yüzden yatakta tembellik yapıyordum. Çok geçmeden keşişin ayak seslerini pencerimin önünde duydum ve duyar duymaz, suçluluk duygusuyla yataktan fırlayıp dışarıya çıktım. Işığı cılız bir el fenerinin yardımıyla karanlık bir patikadan geçtik. Sabah ibadetinin yapıldığı binaya vardığımızda keşiş, benden arkada oturmamı ve onlar ne yaparlarsa aynısını yapmamı istedi. Yüksek bir tavan altındaki kocaman bir Buda heykelinin karşısında, baş rahip önde diğer iki rahip arkada, birer yer minderi üzerinde dizüstü oturmuşlardı. Önlerinde, üzerinde dua kitaplarının olduğu küçük birer rahle vardı. İçerisi mumlarla aydınlatılmıştı. Mum ışığında saydam, zümrüt yeşili heykel derinlik kazanıyor, koni şeklindeki yaldızlı başlığı ve gerdanlığıyla, takınıp süslenmiş bir insan izlenimi uyandırıyordu. Baş keşiş, oturduğu yerden otantik bir ses tonu ve mistik gırtlak hareketleriyle ilahiler ve dualar okudu. Diğer rahipler, ona zaman zaman eşlik ediyordu. Birkaç kere secdeye gidip yeniden oturdular. Bir süre gözleri kapalı sessizce meditasyon yaptılar. Ardından dualarla ibadeti bitirdiler.
Tapınağın şoförünün kullandığı arabaya atlayıp şehre doğru yol aldığımızda, ortalık hala karanlıktı. Önde Ajahn Sutep oturuyordu. Yetmiş yaşında, iyi eğitim almış, ülke genelinde dini çevrede tanınan saygın bir keşişti. Tapınakta, yalnızca ona ajahn (Tay kültüründe öğretmen, üstat gibi anlamlara gelen; Buda öğretisinde ise, on inzivaya çekilme sayısını tamamlayan keşişler için kullanılan bir sözcük) diye hitap etmem istenmişti. Diğer keşişler arkada, yanımda oturuyorlardı. Onlara monk (rahip, keşiş) diye hitap ediyordum. Biri altmışlı, diğeri ise otuzlu yaşlarındaydı. Şoför, şehrin girişinde bir pazar yerinde beni ve iki keşişi indirdi, genç keşişi başka bir pazara götürmek üzere yoluna devam etti.
Pazar alanına ulaşmak için otoban kenarında, sokak lambalarının sarı ışığı altında bir süre beraber yürüdük. Keşişlerden biri, geriden yürümem için beni uyardı. Saygıyla eğilip geriye çekildim ve arkalarında yürümeye devam ettim. Kendi aralarında konuşuyorlardı. Sesleri çok uzaktı. Traşlı kafaları ve topuklarına kadar dökülen turuncu kıyafetlerinin kumaşından dikilmiş, omuzlarına geçirdikleri heybeleriyle sanki bu dünyaya ait değillerdi.
Çocukluk yıllarım aklıma düştü. Yine günün bu saatlerinde, camii yolunda, topuklarına kadar dökülen beyaz cellabisi içinde babamın arkasında koşar adım yürürdüm. Şimdi ise yıllar sonra, dünyaya sırt çevirmiş bu keşişlerin arkasında kısa adımlarla öylece yürürken, kültürel köklerini yitirmiş belleğim, bir çöplükten farksızdı. Arada sırada ölümle kumar oynamanın dışında, hiçbir şey beni heyecanlandırmıyordu artık.
Pazar alanına vardık. Pazar alanının girişinde, keşişler önde, boyunlarına asılı bir tencere büyüklüğündeki alüminyum kaseyle, bense bir adım geride, onların taşımam için bana verdikleri, her iki omzuma taktığım boş heybelerle beklemeye koyulduk. Gecenin karanlığı, yerini yavaş yavaş sabahın alacakaranlığına bıraktıkça, pazar hareketleniyordu. Tezgahlardaki taze sebze meyvelerin ve deniz ürünlerinin yanı sıra kızartmalardan sulu yemeklere ve hatta çeşit çeşit tatlılara kadar ocaklarda hazırlanan yiyecekler ; şeffaf naylon poşetlere konulup ağzı lastiklerle bağlanıyor ve satışa hazır hale getiriliyordu.
Aradan epeyce bir süre geçmesine rağmen, kimse keşişlere yanaşıp kaselerine yiyecek bırakmıyor, bir koşuşturmaca içerisinde pazara uğrayan insanlar, ellerinde poşetlerle önümüzden geçip uzaklaşıyorlardı. Bu manzara karşısında, halkın yardımları dışında bir geliri olmayan keşişler adına üzülmüştüm; fakat çok geçmeden insanlar keşişlere yanaşmaya başladı. Önce ayakkabılarını çıkarıyor, wai (göğüs üzerinde avuç içlerinin birleştirilip başın hafifçe eğilmesi) yapıyor, ardından kasenin içine yiyecekleri bırakıp geri çekiliyor ve wai pozisyonunda diz çöküp keşişler onları kutsayıncaya kadar hareketsiz bekliyorlardı. Keşişler, kaseler doldukça onları omuzlarımdaki heybelere boşaltıyorlardı.
YAZININ DEVAMI YORUMDA.
Ещё видео!