Yahya Kemal, dinî ve millî terbiyeyi annesinden almış olmakla beraber onu asıl Müslümanlık âlemine çekip götüren ve ilahî hisler yumağına büründüren ise Üsküp’te okunan ezan sesinden başkası değildi. Minarelerde ezan okunduğu zaman evlerinde ruhani bir sessizliğin başladığını ve aynı hissin Üsküp sokaklarında da dolaşarak bütün bir şehri mabet sükûnunun kapladığını söyleyen şairimiz, bu uhrevi âlemde kendini bulmaya başlamıştır: “Bin üç yüz sene evvel, Hazret-i Muhammed’in Bilâl-i Habeşi’den dinlediği ezan, asırlarca sonra bizim semamızda hem dinî hem millî bir musiki olmuştu. O anda semamızın mağfiret âleminden gelen, ledünni bir sesle dolduğunu hissederdim.”
Öyle ki 1912’de, Paris hastalığı yeniden nüksetmişti. O günlerde tanıştığı Tamburi Cemil’in, Şevket Bey’in yalısındaki müzik ziyafeti ise, Yahya Kemal’i kendine getirerek, kaybettiği öz benliğini bulacaktı. Tamburi Cemil’in nefis taksimi ile “Yine yol vermedi Ecem Dağları”, “Yine de kaynadı coştu dağların taşı”, “Nazlı nazlı sekip giden güzel ceylân” şarkılarını dinleyerek kendinden geçen şair, bu manzaranın sonunda şöyle der: “O zaman karşımda bir altın kapı açıldı; memleketime bu kapıdan girdim.”
Mütarekeden sonra geçmişe özlemi artan şair, kendini avutmak için ya öğrencileriyle veya tek başına İstanbul’un semtlerini geziyor, bu şehirde geçen beş asırlık hayatımızın safhalarını birer birer hissediyordu. İşgal edilmiş bir vatanda ramazanı karşılamaya hazırlanan Türk İstanbul’unun semtlerini hüzünle dolaşan şairimiz, Üsküdar, Kocamustafapaşa, Fatih, Süleymaniye’yi geziyor, âdeta bu uhrevi semtleri yeniden fethediyordu. Tek başına çıktığı gezilerinden birinde, yönünü “ruh eser” olarak gördüğü Topkapı Sarayı’na çevirmiş, Darülfünun mezunu genç rehberi Lütfü Bey’le Saray’ı gezmişti. Revan Köşkü’ne geldiğinde, derinden gelen Kur’an sesini hemen tanımış ve şaşırmıştı. “Birdenbire İslâm mimarisini tam anlamıyla gördüm” diyen şairimiz, Kur’an sesinin Hırka-i Saadet Dairesinden geldiğini, dört yüz seneden beri her gün, her saat, geceli gündüzlü okunduğunu Lütfü Bey’den o gün öğrenecekti. Hayretten gözleri kamaşan şairimizin ilk fetihlerinden biri böylelikle gerçekleşecektir:
“Bu sarayın içinde dört yüz seneden beri olmuş ihtilaller, hal’ler, kıtaller, bu Kur’an sesini bir an susturmamış. Bu hadiseyi idrak ettikten sonra İstanbul’dan niçin çıkarılamıyoruz? Bu şüpheyi halleder gibi oldum.” Gezintilerine devam eden şairimiz, aşağı yukarı bir sene sonra şu kanaate varmış oldu: “Bu devletin iki manevî temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minare- sinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor!”
Üsküp’te ezan seslerinin yarattığı manevi bir iklimde büyüyen Yahya Kemal, işte der,
“Bu rüya çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır. Bugünkü Türk babaları, havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an’ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler, kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler, Türk oldular.” Yahya Kemal, 1918 yılı ortalarında Büyükada’da iken, bayram namazına gitmeye karar vermişti. Fakat o yaşına kadar alışkını olduğu Frenk tarzı hayat yüzünden sabah kalkamayacağı vehmine kapılmış, gece boyunca hiç uyumadan sabahı beklemişti. Sabahleyin abdestini alarak camiye yönelir. Vaiz, kürsüde vaaz vermektedir. O sırada Yahya Kemal, cami kapısını aralayınca bütün cemaatin gözleri ona çevrilir. Çünkü çağdaşlarından hiç kimse şimdiye kadar camiye uğramamıştır. Şair, camide kendisini bir yabancı gibi hissetmiştir. İçi hüzünle dolarak, vaizi dinleyen iki hamalın arasına diz çökerek oturur. Herkesin kendini gözlediğini düşünen şair, gözü yaşlı bir şekilde sabah namazını eda edecek ve şöyle diyecektir: “Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaş doldu. Onlarla kendimi yek dil, yekvücut olarak gördüm.”
Ещё видео!